İNANÇ SÖZLEŞMESİ NEDİR
İnanç anlaşması, inananın bir eşya üzerindeki ayni hakkı veya bir hakkın sahipliğini inanılana tam olarak devretmeyi; inanılanın ise devredilen eşya veya hakkı inanç anlaşmasının hükümlerine uygun biçimde idare veya muhafaza etmeyi ve inanç anlaşması sona erdiğinde inanana iade etmeyi taahhüt ettiği sözleşmedir.
Yargıtay inanç anlaşmasını, “inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı işlemin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından kullanılma, yönetilme ve inanana iade şartlarını içeren borçlandırıcı bir işlemdir.” ifadeleriyle tanımlamaktadır.
İnançlı işlemin iki unsuru vardır; Sözleşme ve devir(temlik)
Bu sözleşme herhangi bir şekil şartına tabi değildir. Ancak, yazılı ve resmi şekilde yapılması zorunlu olan bir konu, örneğin gayrimenkulün devri gibi bir konu inanç sözleşmesine konu edilirse, inanç sözleşmesi de o zorunlu şekle tabi olacaktır.
İNANÇ SÖZLEŞMESİ İLE NELER YAPILABİLİR
İnanç anlaşması hukuki niteliği itibariyle, kanunda düzenlenmemiş bir sözleşmedir. Bu sözleşme ile taraflar inanılanın inanç konusu üzerindeki yetkilerini, inanç konusunun idaresinin ve kullanılmasının şartlarını, inanç ilişkisinin süresini, sona erme sebeplerini, inanç konusunun ne şekilde iade edileceğini dolayısıyla inanç anlaşmasının nasıl tasfiye edileceğini kararlaştırmaktadırlar.
Yargıtay HGK., 14.7.2010 T., 2010/14-394 E., 2010/395 K.: “Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.”
İNANÇ İLİŞKİSİNİN İSPATI
İnanç sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18.maddesi ile 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından alır.
Sözü edilen bu karar uyarınca inanç ilişkisi ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır. Kısaca, inanç ilişkisinin varlığını kabul edebilmek için yazılı bir sözleşmenin açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı tarafın elinden çıkmış yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı aranır. Yazılı delil başlangıcı niteliğinde belge varsa HUMK'nun 292.maddesi uyarınca inanç sözleşmesi "tanık" dahil her türlü delille ispat edilebilir.
GENEL OLARAK
İnançlı işlemin konusunu devri mümkün olan her türlü malvarlığı değeri teşkil edebilir. Bu hak, bir aynî hak veya bir alacak hakkı olabileceği gibi, şirket paylarının, fikrî hakların, bir ticari işletmenin inançlı işleme konu edilmesi mümkündür.
YARGITAY KARARLARI;
YARGITAY
14. HUKUK DAİRESİ
E. 2007/726
K. 2007/2065
T. 1.3.2007
• TAPU İPTALİ VE TESCİL ( İnanç İlişkisine Dayalı - Taraflar Arasında Yazılı Bir Karz Sözleşmesi Bulunmadığı/Müddeabih HUMK'nun 288. Maddesinde Tanıkla İspatı Mümkün Olan Sınırın Çok Üstünde Olduğu - Davacının Hukuki İşlemin Varlığını Senetle İspat Etmesi Gerektiği )
• SENETLE İSPAT ( İnanç İlişkisine Dayalı Tapu İptali ve Tescil - Taraflar Arasında Yazılı Bir Karz Sözleşmesi Bulunmadığı/Müddeabih HUMK'nun 288. Maddesinde Tanıkla İspatı Mümkün Olan Sınırın Çok Üstünde Olduğundan Davacının Hukuki İşlemin Varlığını Senetle İspat Etmesi Gerektiği )
• YAZILI BİR KARZ SÖZLEŞMESİ BULUNMAMASI ( Tapu İptali ve Tescil - Müddeabih HUMK'nun 288. Maddesinde Tanıkla İspatı Mümkün Olan Sınırın Çok Üstünde Olduğundan Davacının Hukuki İşlemin Varlığını Senetle İspat Etmesi Gerektiği )
• İNANÇ İLİŞKİSİ ( Tapu İptali ve Tescil - Taraflar Arasında Yazılı Bir Karz Sözleşmesi Bulunmadığı/Müddeabih HUMK'nun 288. Maddesinde Tanıkla İspatı Mümkün Olan Sınırın Çok Üstünde Olduğundan Davacının Hukuki İşlemin Varlığını Senetle İspat Etmesi Gerektiği )
818/m.306
1086/m.288
ÖZET : Dava inanç ilişkisine dayalı tapu iptali ve tescil talebidir. Davacı gerek asıl ve gerek birleştirilen davasında davalılar ile olan ilişkisini karz akti olarak mahkeme önüne getirmiştir. Gerçekten Borçlar Kanununun 306. maddesi uyarınca karz bir miktar paranın yahut diğer bir misli şeyin mülkiyetini ödünç alan kimseye nakil ve bunun ileride geri verilmesi borcundan kaynaklanır. Ancak taraflar arasında yazılı bir karz sözleşmesi bulunmamaktadır. Gerek asıl ve gerekse birleştirilen davalardaki müddeabih ise HUMK.nun 288. maddesinde tanıkla ispatı mümkün olan sınırın çok üstündedir. Bu nedenle davacının hukuki işlemin varlığını senetle ispat etmesi gerekir.
DAVA : Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 23.3.2001 gününde verilen dilekçe ile tapu iptali tescil, birleşen dosya ile alacak istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 4.4.2006 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı, davalılardan Ayten'in kayden maliki olduğu taşınmazı eşi olan dahili davalı Bekir'e verdiği 45 bin mark ile aldığını, verilen paranın 8 bin markının ödendiğini, 37 bin mark borçlu kaldığını, borçlu kalınan tutar ödenmediğinden Ayten adına olan kaydın iptali ile adına tescilini istemiştir.
Birleştirilen davada ise, karı koca olan davalıların halen oturdukları tapu kaydının iptal ve tescili dava edilen taşınmazdaki iyileştirme giderleri ile alınan eşyalar için 30 bin mark harcama yaptığını, yapılan harcamalara karşılık 30 bin markın davalılardan tahsilini istemiştir.
Mahkemece asıl ve birleştirilen dava reddedilmiş, hükmü davacı temyiz etmiştir.
Davacının gerek asıl gerekse birleştirilen davasında ileri sürdüğü vakıalara bakılırsa inanç ilişkisine dayanmadığı görülmektedir. Zira, inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı işlemin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından kullanılma, yönetilme ve inanana iade şartlarını içeren borçlandırıcı bir işlemdir.
Davacı gerek asıl ve gerek birleştirilen davasında davalılar ile olan ilişkisini karz akti olarak mahkeme önüne getirmiştir. Gerçekten Borçlar Kanununun 306. maddesi uyarınca karz bir miktar paranın yahut diğer bir misli şeyin mülkiyetini ödünç alan kimseye nakil ve bunun ileride geri verilmesi borcundan kaynaklanır. Ancak taraflar arasında yazılı bir karz sözleşmesi bulunmamaktadır. Gerek asıl ve gerekse birleştirilen davalardaki müddeabih ise HUMK.nun 288. maddesinde tanıkla ispatı mümkün olan sınırın çok üstündedir. Bu nedenle davacının hukuki işlemin varlığını senetle ispat etmesi gerekir.
Ne var ki, davacı gerek dava dilekçesinde gerekse sonradan verdiği delil dilekçesinde ( vs. delil ) diyerek yemin deliline de dayanmış sayılacağından davacıya bu hakkı hatırlatılarak sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken davanın eksik inceleme ile reddi doğru olmamış, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine, 01.03.2007 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2010/14-394
K. 2010/395
T. 14.7.2010
• TAPU İPTALİ VE TESCİL ( Taraflar Arasında Düzenlenmiş Belgenin İnanç Sözleşmesi Olduğu - Tarihinin Tapu Devrinden Sonraya İlişkin Bulunmasının Sonuca Etkili Olmadığı/İspat Vasıtası Olarak İleri Sürülebileceği )
• TAPU DEVRİ ( İnanç Sözleşmesine Dayalı Tapu İptali ve Tescil - Taraflar Arasında Düzenlenmiş Belgenin İnanç Sözleşmesi Olduğu - Tarihinin Tapu Devrinden Sonraya İlişkin Bulunmasının Sonuca Etkili Olmadığı/İspat Vasıtası Olarak İleri Sürülebileceği )
• İSPAT VASITASI ( Taraflar Arasında Düzenlenmiş Belgenin İnanç Sözleşmesi Olduğu - Tarihinin Tapu Devrinden Sonraya İlişkin Bulunmasının Sonuca Etkili Olmadığı/İspat Vasıtası Olarak İleri Sürülebileceği )
818/m.18
ÖZET : Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Taraflar arasında düzenlenmiş belgenin inanç sözleşmesi olduğu, tarihinin tapu devrinden sonraya ilişkin bulunmasının sonuca etkili olmadığı, dolayısı ile ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı kabul edilerek, dosyada mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esasının incelenerek bir hüküm kurulması gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki "tapu iptali ve tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Demre Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 09.10.2008 gün ve 2007/147 E., 2008/148 K. sayılı kararın incelenmesinin davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 26.05.2009 gün ve 2009/4139-6415 sayılı ilamı ile;
( … Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davalı davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece davada dayanılan 9.12.1993 günlü sözleşme tapuda devir tarihi olan 13.4.1992 tarihinden sonraki bir tarihi taşıdığından bahisle kanıtlanmayan davanın reddine karar vermiştir.
Hükmü davacı temyiz etmiştir.
İnançlı işlemler, inananın teminat oluşturmak veya yönetilmek üzere mal varlığı kapsamındaki bir şey veya hakkını, inanılana devretmesi ve inanılanın da inanç anlaşmasındaki koşullara uygun olarak inanç konusu şeyi kullanmasını, amaç gerçekleştiğinde ise belirlenen şekilde inanana iade etmesini içeren işlemlerdir.
İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi olduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır.
İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye "inanan" adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de "inanılan" denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise "inanç konusu şey" olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana ( veya onun gösterdiği üçüncü kişiye ) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
İnanç sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18.maddesi ile 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından alır. Sözü edilen bu karar uyarınca inanç ilişkisinin ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır. Kısaca, inanç ilişkisinin varlığını kabul edebilmek için yazılı bir sözleşmenin açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı tarafın elinden çıkmış ( inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi ) yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı aranır. Yazılı delil başlangıcı niteliğinde belge varsa HUMK'nun292.maddesi uyarınca inanç sözleşmesi "tanık" dahil her türlü delille ispat edilebilir.
Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelince;
İmza ve içeriği konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmayan 9.2.1993 tarihli belge inanç sözleşmesinin varlığını kabul etmeye yeterlidir. Bu belgenin aktin yapıldığı 13.4.1992 tarihinden sonra düzenlenmesinin bir önemi yoktur. Çünkü 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında böyle bir kısıtlama bulunmamaktadır.Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının yorum yolu ile genişletilerek bir taraf aleyhine durum yaratılması da İçtihadı Birleştirme Kararı ile amaçlanan sonuca uygun düşmez.
Mahkemece mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esası incelenerek bir hüküm kurulması gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir… )
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin 1090 parsel no.lu taşınmazda 700 m2'lik kısmını kendi üzerinde bırakıp kalan bölümünü davalıya satmak için anlaştığını, tapuda ifraz işlemi o anda yapılamadığı için tarafların kendi aralarında yazılı bir inanç sözleşmesi yaparak, taşınmazın tamamının davalıya tapudan devrinin yapılacağını, fakat 700 m2'lik kısmın satışa konu olmayıp davacıya ait olduğunu, ileride ifraz işlemi mümkün olduğunda 700 m2'lik taşınmazın tapusunun satıcı davacıya iade edeceğinin kararlaştırıldığını belirterek, 1090 parsel no.lu taşınmazdaki davalı adına kayıtlı tapu hissesinin 700 m2'lik arzi bölümüne isabet eden 700/4730 m2'lik hissesinin iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Mahkemece; taraflar arasında yapılan inanç sözleşmesinin en geç resmi senedin yapıldığı tarihe kadar yapılması gerektiği, olayda ise bu tarihten sonra taraflar arasında yazılı sözleşme yapıldığı, söz konusu belgenin inançlı belge olarak kabulünün mümkün olmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Dairece; hüküm yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuş; yerel mahkemece ilk kararda direnilmiş, direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasındaki satış işleminin tapuda 13.04.1992 tarihinde gerçekleşmesi, inançlı işleme konu belgenin satış işleminden sonra 09.02.1993 tarihinde düzenlenmesi karşısında, bu belgenin inanç sözleşmesi olarak kabul edilip edilemeyeceği, görülmekte olan davada ispat vasıtası olarak değer verilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın esasının incelenmesine geçilmeden önce, konuya ilişkin yasal düzenlemelerin irdelenmesinde fayda bulunmaktadır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme ( iade ) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye "inanan" adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de "inanılan" denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise "inanç konusu şey" olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana ( veya onun gösterdiği üçüncü kişiye ) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana ( alacaklıya ) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın ( borçlu ) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir ( Borçlar Kanunu mad.81 ). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bilindiği üzere, İnanç Sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18.maddesi ile 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararından almakta, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötü niyetli ve haksız gizlemeler" dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İnançları Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
Anılan İnançları Birleştirme kararının sonuç ölümünde ifade olunduğu üzere, inanç sözleşmesi olarak anılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, hiçbir yerinde inançlı işlemin dayandığı yazılı belgenin, en geç işlem tarihinde veya daha önceki bir tarihte düzenlenmiş olması gerektiği hususu tartışılmadığı gibi değinilen bu konuda en ufak bir açıklamada dahi bulunulmamıştır. Bunun dışındaki bir kabul, İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi anlamını taşıyacağından, bu durum hukuk düzeni tarafından kabul edilemez.
Öteki deyişle, İnanç Sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı İnançları Birleştirme Kararının doğal bir sonucudur. Sözü edilen kararın gerekçesinde yazılı belgenin akitten önce veya sonra düzenlenmesi gerektiğine; diğer bir deyişle akitten sonraki tarihi taşıyan belgenin geçerli olamayacağına dair bir ifade ya da hüküm yer almadığı gibi sonuç bölümünde de yalnızca "nam-ı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatının caiz olduğuna" hükmedilmiştir.
İnançları Birleştirme Kararının içeriğinde yer almayan belgenin akit tarihinden önce düzenlenmesi gerektiği yönündeki ek koşulun yorum yolu ile de olsa İnançları Birleştirme Kararı kapsamına alınması mümkün değildir. ( Ergun Özsunay, s.121; Gülay Öztürk, s.56 )
Kaldı ki, haricen düzenlenen ve herhangi bir resmi makamın onayını taşımasına gerek bulunmayan bir belgeye akit tarihinden sonra düzenlenmesine rağmen, akit tarihinden önceki tarih atılmak suretiyle geçerlik kazandırılması ve böylece aranan şekli niteliğin verildiğinin kabul edilmesine karşılık işlem tarihinden sonraki bir tarih atılması durumunda belgenin geçerli kabul edilmemesi hali çelişki doğurmaktadır.
Diğer yandan olayın çözümünde esas olan yanların iradesidir. İnançlı İşlemlerde inanan belirli bir amaç için taşınmazı satış biçiminde temlik etmekte, fakat taraflar amaç gerçekleştiğinde, taşınmazın iade edilmesinde sözleşmektedirler. Yanlar satış ( temlik ) işleminin yapıldığı sırada koşulların oluşması durumunda taşınmazın, iade edildiğini kararlaştırmaktadırlar. Olaya bu açıdan bakıldığında, iradelerin yazılı biçime bağlanması zamanının diğer bir deyişle resmi sözleşmenin yapılmasından önce veya sonra olmasının sonuca bir etkisi olmamalıdır. Zira, temliki işlemin yapıldığı tarihte var olan irade akitten önce; akit tarihinde ya da akit tarihinden sonra yazılı belge ile teyit edilmiş olmaktadır.
İnanç sözleşmelerinin hukuki dayanağını anlattıktan sonra uyuşmazlığın çözümünde faydalı olacağı düşünüldüğünden ispat hukuku açısından da konuya bakılması gerekmektedir.
İnançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen taraf 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ( TMK )'nun 6.maddesi uyarınca iddiasını ispat etmek zorundadır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, inanç sözleşmesinin yazılı olması koşulu geçerlilik şartı olmayıp bir kanıtlama aracı olduğu, öğretide ve uygulamada oybirliğine yakın bir çoğunlukla kabul edilmektedir. ( Eraslan Özkaya, Açıklamalı-İçtihatlı İnançlı İşlem ve Muvazaa davaları, 2. Baskı, sayfa 34; Güray Öztürk, İnançlı İşlemler, Yetkin Yayınları 1998, s.58,89,160,167; Doç. Dr. Ergün Özsunay, Türk Hukukunda ve Mukayeseli Hukukta İnançlı Muameleler, Cezaevi Matbaası, 1968 basım, s.98,99 ) Kazandırıcı işlem resmi şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmi şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması zorunlu ve yeterlidir. Nitekim bu husus yukarıda etraflıca açıklandığı üzere 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında da açıkça belirtilmiştir.
Öteki deyişle, tapulu taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararının bir gereğidir.
İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem ( hakkın devri işlemi ) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir.
Konusu menkul ve tapusuz olan inançlı devirler, Medeni Kanunun 763/1 ( 687/1 ), 977/1 ( 890/1 ), 979/2 ( 892/2 ) maddelerine göre hiçbir şekle bağlı olmaksızın zilyetliğin devri suretiyle gerçekleştirildiğinden, dava değeri ( inançlı işlemin konusu ) Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 288.maddesinde öngörülen miktarı geçmediği sürece, inançlı işlem, tanık dahil her türlü delil ile ispat edilebilir.
Ne var ki, inanca dayanan temliki işlem, uygulamada en çok rastlanan şekliyle, resmi veya yazılı bir sözleşme ile gerçekleştirilmiş ve açılan davada da o sözleşmenin aksi iddia edilmekte veya açılan dava o yazılı veya resmi sözleşmenin niteliği, tarafları gibi bazı unsurlarını değiştirmekte ise, davanın Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 290.maddesine göre yazılı delil ile ispatı gerekmektedir. 05.02.1947 tarih 1945/20 Esas, 1947/6 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile de anılan madde hükmüne uygun kural getirilmiş, ancak resmi sözleşmenin aksinin yazılı sözleşme ile ispatını yeterli görmüştür. ( Eraslan Özkaya, İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, s.45, 46 ).
Esasen, yazılı şeklin, kanıtlama aracı olduğu ilkesinden hareketle uygulamada, yine ispat vasıtası olarak yemin ( HUMK.m.337 ), ikrar ve kabul, tarafı bağlayıcı kabul edilmiş davanın ( iddianın ) kanıtlanabileceği sonucuna varılmıştır.
Uygulama bununla da yetinmemiş, yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge ve vakıaların tamamlayıcı kanıtlarla ( HUMK.m.292 ), inanç sözleşmesinin varlığını kanıtlayabileceğini kabul etmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun, 23.05.1990 gün ve 1990/1-2002-315; 17.10.1990 gün ve 1990/14-325-492; 29.06.2005 gün ve 2005/14-395-421; 1.7.2009 gün ve 2009/13-222 E., 2009/299 K.; 28.12.2005 gün ve 2005/ 14-677-774; 13.5.1992 gün ve 1992/14-249 E., 1992/323 K. sayılı kararlarında da bu ilkeler benimsenmiştir.
Tüm bu ve benzeri kararlar, iyiniyetin hukukumuzun çatısı olduğu kadar, hakkaniyete ilişkin kuralların da hukukun temeli olmasının bir sonucudur.
Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
Somut olaya gelince; dava konusu payın ilişkin bulunduğu 1090 parsel nolu taşınmazın tamamının, davacı adına kayıtlı iken, 13.04.1992 tarihinde satış gösterilerek davalıya devir edildiği, daha sonra taraflar arasında davada dayanılan inançlı işleme konu olan 09.02.1993 tanzim tarihli adi yazılı belgenin düzenlendiği, belgedeki imzaların taraflara ait olduğunun, 18.06.2008 tanzim tarihli Adli Tıp Kurumu raporu ile anlaşıldığı, belge içeriğinde aynen; "…Güvercinlik mevkiinde bulunan 3000 m2 miktarındaki tarlanın tamamını tapudan Mehmet Akgedik'e devir ettim. Tapuda bölme işlemi olmadığından dolayı bu işlem yapılmış olup, Mehmet Akgedik iş bu senet gereğince 700 m2 miktarındaki taşınmazın tapusunu ilerde Mehmet Çulcu'ya devir edecektir. Bunun dışında Mehmet Çulcu ile Mehmet Akgedik arasında herhangi bir alacak ve verecek mevzusu yoktur. Tapunun 700 m2 miktarının devir edilmemesi halinde ise işbu senet ve anlaşma gerekince Mehmet Çulcu o tarihteki tarlanın rayiç bedeli üzerinden bedelini almayı hak kazanmıştır…" yazdığı hususlarında ihtilaf bulunmamaktadır.
Her ne kadar söz konusu belge, işlem tarihinden sonraki bir tarihte düzenlenmiş olsa da, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belgenin yazılı olmasından başkaca bir şart aranmadığı dolayısı ile inanç sözleşmesinin düzenleme tarihinin işlem tarihinden önce veya sonra olmasının sonuca etkili olmayacağı ve hakkın elde edilmesini kısıtlamayacağı hususu yukarıda etraflıca açıklanmıştır.
İnançları Birleştirme Kararının başkaca kısıtlamalar veya şekil şartları öngördüğü sonucuna yorum yolu ile de ulaşılamayacağından söz konusu belgenin sözü edilen İnançları Birleştirme Kararına uygun bir ispat vasıtası olduğunun kabulü gerekmektedir.
Bununla birlikte yemin, ikrah, kabul ve yazılı delil başlangıcı gibi delillerin de işlem tarihinden sonraki bir tarihte ortaya çıkan deliller olmalarına rağmen ispat vasıtası olarak kullanılabilecekleri, istikrar kazanmış Yargıtay uygulamaları ile de sabit hale geldiğine göre olayımızda olduğu gibi tarafların imzasını içeren adi yazılı belgenin de düzenleme tarihine bakılmaksızın ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.
Ayrıca, söz konusu belge içeriğinin tarafların gerçek iradesini yansıttığı açıkça anlaşılmaktadır. Hukukun amacının adaleti gerçekleştirmek olduğu hususu göz önünde tutulduğunda, tarafların gerçek iradesini yansıtan ve hiçbir hukuk normu veya hukuk normu yerine geçebilecek bir düzenleme ile açıkça yasaklanmayan bir konuda adalet ve hakkı, şekle kurban etmemek gerekmektedir.
Bununla birlikte, günlük hayatın bir parçası haline gelen ve hayatın her alanında toplumun her kesimi tarafından kullanılan inanç sözleşmesinin de önünü daraltıcı yorumlarla kapatmamak, tam tersine genişletici yorumlarla önünü açmak gerektiği de her kesin kabulündedir.
Hal böyle olunca; Yerel mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyularak, taraflar arasında düzenlenmiş 09.02.1993 tanzim tarihli belgenin inanç sözleşmesi olduğu, tarihinin tapu devrinden sonraya ilişkin bulunmasının sonuca etkili olmadığı, dolayısı ile ispat vasıtası olarak ileri sürülmesinde bir engel bulunmadığı kabul edilerek, dosyada mevcut deliller doğrultusunda çekişmenin esasının incelenerek bir hüküm kurulması gerekirken, yanılgılı gerekçeyle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK'nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, 14.07.2010 gününde oybirliği ile karar verildi
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2011/13-14
K. 2011/189
T. 15.4.2011
• ALACAK DAVASI ( Taraflar Arasındaki İlişkinin İnançlı İşlem Olduğunun Kabulüyle Uyuşmazlığın Buna Göre Çözümlenmesi Gerektiği - Zamanaşımı Süresinin 10 Yıl Olduğu )
• HUKUKSAL NEDENİN TESPİTİ ( Alacak Davası - Uyuşmazlığın İnançlı Sözleşme Nedenine Dayandığının Kabulü Gerektiği )
• İNANÇLI İŞLEM ( Alacak Davası - Taraflar Arasındaki İlişkinin İnançlı İşlem Olduğunun Kabulüyle Uyuşmazlığın Buna Göre Çözümlenmesi Gerektiği )
• ZAMANAŞIMI ( İnançlı İşlemler Açısından 10 Yıl Olduğu - Alacak Davası )
818/m.66,125
ÖZET : Uyuşmazlık, davanın hukuksal nedeninin tespiti ve sonucuna göre istemin zamanaşımına uğrayıp uğramadığının belirlenmesi, noktasında toplanmaktadır. Davacı, şartları gerçekleştiğinde iade edilmek üzere ( olayımızda Bakanlar Kurulu Kararnamesi engellemesinin kalkması halinde ) araç üzerindeki mülkiyet hakkını davalı oğlu üzerine geçirmiştir. Ancak davalı, inanılan şartlar gerçekleşmesine rağmen hakkı iade etme yükümlülüğünü yerine getirmemiştir. Taraflar arasındaki uyuşmazlık, gerek mahkemece ve gerekse özel dairece "muvazaa" olarak nitelendirilmiş ise de, inanan davacının, araç üzerindeki mülkiyet hakkını Bakanlar Kurulu Kararnamesinin engellemesi nedeniyle, belirli bir süre veya amaçla inanılan davalı oğluna geçirmesi, inanılan davalının da amaç gerçekleşince hakkı tekrar inanana devretmesi gerekirken bu yükümlülüğü yerine getirmediği iddia edilerek dava açılması, dikkate alındığında uyuşmazlığın inançlı sözleşme hukuksal nedenine dayandığı oyçokluğuyla kabul edilmiştir. Mahkemece yapılacak iş; taraflar arasındaki ilişkinin "inançlı işlem" olduğunun kabulüyle uyuşmazlığın buna göre çözümlenmesi; bu işlemler için zamanaşımı süresinin 10 yıl olduğu da gözetilerek işin esası hakkında yukarda açıklanan ilkeler çerçevesinde bir karar verilmesi olmalıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki "alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Çarşamba 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın "zamanaşımı sebebiyle reddine" dair verilen 3.3.2009 gün ve 2008/395, 2009/93 Sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 1.2.2010 gün ve 2009/7301-876 Sayılı ilamı ile;
( ... Davacı, otobüs satın aldığını, ancak emekli olması sebebiyle ticari plaka satın alamayacağından aracın oğlu olan davalı adına tescil edildiğini, ileride bu engel ortadan kalktığında, aracın kendi üzerine devredileceği konusunda anlaştıklarını, ancak engel ortadan kalktığı halde davalının otobüsü kendisine devretmediğini ileri sürerek, otobüse ödediği bedel olan 217.097 ytl.nin tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, satın aldığı otobüsün davalıyla aralarındaki muvazaa sözleşmesi gereğince davalı adına tescil edildiğini, ancak daha sonra davalı tarafından otobüsün kendisi üzerine devredilmediğini belirterek, otobüs bedelinin tahsili talepli bu davayı açmıştır. Mahkemece, B.K.nun 66 ncı maddesi gereğince bir yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir.
Davacı, kendisi tarafından satın alınan otobüsün adına tescili için yasal engeller olduğu için davalı adına muvazaalı olarak tescil edildiğini belirterek muvazaa hukuksal nedenine dayalı olarak bu davayı açmıştır.
Muvazaa iddialarında zamanaşımı olmayacağı için, davanın esasına girilip sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken, davanın zamanaşımından reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir... ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
H.G.K.nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı, alacağın yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsilini istemiştir.
Mahkemece zamanaşımı sebebiyle davanın reddine karar verilmiş, davacının temyiz istemi üzerine yukarda belirtilen gerekçeyle mahkeme kararı bozulmuştur.
Mahkeme "...taraflar arasında muvazaalı işlem olduğu ancak davacı tarafın namı müstear iddiasını yazılı delil ispat edemeyeceğini ve dolayısıyla davaya konu olan ticari aracın geri alamayacağını öğrenmesiyle birlikte davacı lehine davalı uhdesinde sebepsiz zenginleşmeye konu olacak bir bedelin ortaya çıktığı, söz konusu bedelin tahsiline dair talepte ise artık asıl hukuki ilişkinin kurallarının uygulanmasının mümkün olmayıp B.K.66 ncı maddesinde tanımlanan şekliyle sebepsiz zenginleşmeye dair hükümlerin uygulanması gerektiği ve Çarşamba 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2006/117 esas sayılı dava dosyasıyla açılan dava tarihiyle eldeki dava tarihi arasında geçen süre itibarı ile bu tür davalar için öngörülen ( 1 ) bir yıllık zaman aşımının da dolduğu" gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir. Hükmü davacı vekili temyize getirmiştir.
Uyuşmazlık; davanın hukuksal nedeninin tespiti ve sonucuna göre istemin zamanaşımına uğrayıp uğramadığının belirlenmesi, noktasında toplanmaktadır.
Taraflar arasındaki uyuşmazlığın hukuksal nedeninin tespiti için öncelikle "muvazaa" ve "inançlı işlem" kavram ve kurumlarının ortaya konulmasında yarar vardır:
İnançlı işlem, inananın ( itimat edenin ) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve talimatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir ( Özkaya Eraslan, İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, Ankara 2004, s. 25 ).
Yargısal kararlarda ise inançlı sözleşme, inanılan tarafın elde ettiği hakkı, taraflarca güdülen amaç sona erdikten veya belirli bir süre geçtikten sonra inanana veya üçüncü kişiye devretme taahhüdünü içeren bir anlaşma olarak tarif edilmiştir ( HGK, 13.5.1992 tarih, 1992/14-249 E, 1992/323 K ).
İnançlı sözleşmeyle inanan ( itimat eden ) bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana ( mutemede ) devretmekte, borçlandırıcı bir sözleşme ile de inanılan kişinin hak ve yetkilerini sınırlandırmaktır. İnanılan hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca tekrar hakkı inanana iade etmeyi yükümlenmektedir.
İnançlı işlemleri doğrudan doğruya düzenleyen kanun hükümleri yoktur. İnançlı işlemler, kişinin kendisini gizlemek amacıyla yapılabileceği gibi teminat amacıyla veya alacaklıdan mal kaçırmak amacıyla da yapılabilecek işlemlerdir.
İnançlı işlem, inanç sözleşmesi ve hakkın devri işlemi ( kazandırıcı işlem olarak ) olmak üzere iki temel unsurdan oluşmaktadır.
İnanç sözleşmesi, inançlı işlemin hukuki sebebini, inanılanın salahiyet sınırlarını ve kapsamını, inançlı işlemin sona erme nedenlerini, inançlı işlemin sonra ermesinden sonra inanç konusu şeyin inanana devredilme biçimi ve koşullarını belirler. Bir başka deyişle bu sözleşme inanç konusu şeyin yeniden inanılana devir edilmesinin temelini oluşturur. İnanç sözleşmesinin geçerliliği kural olarak, herhangi bir biçim koşuluna bağlı değildir. İnanç sözleşmesi, 818 Sayılı B.K. ( B.K.'nun genel hükümlerine bağlıdır.
Diğer bir unsur ise kazandırıcı işlem ( yani hakkın devri ) işlemidir.
Kazandırıcı işlemle inançlı işlem konusu şey doğrudan inanan veya 3. bir kişi tarafından inanılana devredilir. Bu suretle, inanılanın mal varlığı zenginleşirken inananın mal varlığında aynı oranda azalma meydan gelmektedir.
İnançlı işlemde kazandırıcı işlemin şekli genel hükümlere tabidir. Bir başka anlatımla inanç konusunun devri, hakların devrine dair kurallara göre yapılır.
Kural olarak devir edilebilir nitelikteki tüm haklar inançlı işleme konu olabilir. Bu itibarla kişiye sıkı sıkıya bağlı olan kişisel haklarla aile miras hukukundan doğan hakların inançlı işlemle devredilmesine olanak yoktur.
İnançlı işlem, aynı zamanda bir kazandırıcı işlem olduğundan öteki kazandırıcı işlemlerin tüm hüküm ve sonuçlarını doğurur. İnanç konusu mülkiyet veya hak inananın mülkiyetinden çıkar, inanılanın mal varlığına girer. İnanılan, bir malikin ve hak sahibinin yapabileceği tasarrufları yapma yetkisini kazanır.
İnanılan, inanç sözleşmesiyle inanç konusunu iyi bir şekilde muhafaza ve idare etmek, beklenen koşullar oluştuktan sonra da inanana iade etmek borcu altına girmiştir. Ayrıca inanana karşı ileri sürebileceği bazı haklar elde etmiştir. İnanılan, inanç konusunu özenle muhafaza ve kullanma yükümlülüğü altındadır. İnançlı kazandırmayla inanılan inanç konusu hakkın sahibi veya o şeyin maliki olmuştur. Bu sebeple hak sahibinin veya malikinin tüm yetkilerini kullanabilecek durumdadır. Ancak inanılan, inanç konusunun idaresindeki kusurlu davranışlarından dolayı B.K.nun 99 uncu maddesi uyarınca sorumludur.
İnançlı işlemlerle yapılan temlikler geçerli olup mülkiyet hakkı karşı tarafa geçmektedir. Bu itibarla inançlı işlem sebebiyle açılan davalarda davacı yolsuz tescile, başka bir anlatımla aynı hakka değil inanç sözleşmesinden kaynaklanan kişisel hakka dayanmaktadır. O halde davanın konusu taşınmaz olsa dahi bu dava ayni hakkı koruyan bir dava sayılmaz. Davada, inanç sözleşmesindeki kişisel hakka dayanıldığından, inançlı işleme dayanan davaların da zamanaşımına tabi olması gerekir.
İnançlı işlemler gibi, bu işlemlerin hangi zamanaşımına tabi tutulacakları da kanunumuzda düzenlenmemiştir. Gerek bilimsel alanda gerekse uygulamada, inanç konusunun iadesine, inanç konusu üçüncü kişiye devredilmiş, inanılan elinden çıkmışsa tazminat talebine dair dava hakkının B.K.'nun 125 inci maddesindeki 10 yıllık zamanaşımına tabi olduğu ortaklaşa kabul edilmektedir.
Zamanaşımı, alacağın muaccel olduğu tarihte, başka bir anlatımla inanç konusu şeyin iadesi gerektiği tarihte işlemeye başlar. İade tarihi henüz gelmemiş inanılan, inanç konusunu elinde tutmakta haklı ise zamanaşımının başlamasına imkan yoktur.
Muvazaa ise: hukukumuzda öteden beri gerek öğreti ve gerekse uygulama alanında üzerinde çok durulan ve tartışılan bir konu olmasına karşın, pozitif hukukumuzda sadece B.K.nun 18 inci maddesinde yer almıştır.
Muvazaa, kısaca; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla ve fakat gerçek iradelerine uymayan, aralarında hüküm ve sonuç meydana getirmeyen, bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır.
Muvazaada taraflar bilerek, iradelerine uymayan, sadece görünüşte bir sözleşme yapmakta bu sözleşmeyle gerçek irade ve amaçlarını gizlemektedirler. Muvazaa anlaşması ile de görünüşteki bu sözleşmenin hiçbir hüküm ve sonuç doğurmayacağını kararlaştırmakta veya görünüşteki sözleşmenin vasfını, taraflarını veya bir unsurunu değiştirmektedirler.
Tarafların görünüşteki sözleşmenin hiçbir hüküm ve sonuç doğurmayacağını kararlaştırıp 2. ( gizli ) bir sözleşme yapmamaları haline mutlak ( adi ) muvazaa; 2. ( gizli ) bir sözleşme yapıp görünüşteki sözleşme ile bu sözleşmeyi gizlemeleri haline ise nispi ( mevsuf, vasıflı ) muvazaa denilmektedir.
İki kurum arasındaki temel birkaç farklılığın da ifade edilmesinde fayda bulunmaktadır:
Muvazaalı sözleşmelerde ( mutlak muvazaa ), taraflar muvazaa konusu şeyi devretmeyi hiç arzu etmedikleri halde inançlı sözleşmelerde devir gerçekten taraflarca istenmiştir.
Muvazaa tek taraflı veya iki taraflı sözleşmelerde mümkün olduğu gibi, hem borçlandırıcı hem de tasarrufi işlemlerde yapılabilir. Oysa inanç sözleşmesi hakkın kullanılmasıyla ilgili olduğundan ancak tasarrufi işlemlerde söz konusu olur.
Muvazaalı sözleşmelerde muvazaanın tespiti veya iptali için açılacak bir davada muvazaa varlığının ileri sürülmesi bir süreye bağlı değildir. İnançlı sözleşmelerde ise inananın, inanç konusu malı inanılandan iade etmesini isteme hakkı, bir kişisel hak niteliğinde olduğundan 818 Sayılı B.K. ( B.K.'nun 125 inci maddesine göre 10 yıllık zamanaşımına tabidir.
İnanç sözleşmesi; inanılanın yükümlülüklerini, inanç konusunun kullanılma ve tekrar iade koşullarını, düzenler. Buna karşın muvazaa sözleşmesi ise yapılan işlemin tamamen veya kısmen sonuçlarını ortadan kaldırır.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde:
Davacı vekili; davacının İstanbul'da işletmekte olduğu taksi ve plakasını 295.000.00 TL bedelle sattığını, aynı tarihte Samsun-Çarşamba hattında iki minibüs plakasını satın aldığını, ancak o tarihte emekli olması sebebiyle Bakanlar Kurulunun 86/10553 Sayılı kararının 3 üncü Maddesi gereği ticari plaka satın alamayacağı ve devir işlemi kendi adına yapılamayacağından, zaruri olarak işlemi oğlu olan davalı M. S. adına yaptığını, bu plakaların trafik komisyonu kararıyla otobüs plakasına dönüşmesinden sonra tahsis edilecek plakayı kendi adına devir ve tescil etmek üzere de oğluyla anlaştığını, satın alınan iveco marka küçük otobüsün davalı adına tescil edildiğini, bu işlemden sonra aracın davacı adına tescilini engelleyen Bakanlar Kurulu Kararnamesi hükümlerinin Danıştay tarafından iptal edildiğini, devir üzerindeki engel kalktığını, ancak davacı aracın kendi adına devrini istediğinde davalının devir talebini reddettiğini, davacının aracın kendi adına tescilini hükmen talep ettiğini, bütün mal varlığını bu aracın alımına harcadığını, bu sebeple davacının hiç değilse/ödediği sabit olan 217.097 TL alacağın yasal faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesini, istemiştir.
Dava dilekçesindeki bu anlatım dikkate alındığında; davacı inanan, şartları gerçekleştiğinde iade edilmek üzere ( olayımızda Bakanlar Kurulu Kararnamesi engellemesinin kalkması halinde ) araç üzerindeki mülkiyet hakkını davalı oğlu üzerine geçirmiştir. Ancak davalı, inanılan şartlar gerçekleşmesine rağmen hakkı iade etme yükümlülüğünü yerine getirmemiştir.
H.G.K.'nda yapılan görüşmeler sırasında taraflar arasındaki uyuşmazlığın niteliği konusunda tartışmalar yapılmış; taraflar arasındaki uyuşmazlık, gerek mahkemece ve gerekse özel dairece "muvazaa" olarak nitelendirilmiş ise de, inanan davacının, araç üzerindeki mülkiyet hakkını Bakanlar Kurulu Kararnamesinin engellemesi nedeniyle, belirli bir süre veya amaçla inanılan davalı oğluna geçirmesi, inanılan davalının da amaç gerçekleşince hakkı tekrar inanana devretmesi gerekirken bu yükümlülüğü yerine getirmediği iddia edilerek dava açılması, dikkate alındığında uyuşmazlığın inançlı sözleşme hukuksal nedenine dayandığı oyçokluğuyla kabul edilmiştir.
O halde, mahkemece taraflar arasındaki ilişkinin muvazaalı olduğunun kabulü yerinde olmadığı gibi, sebepsiz zenginleşme hükümlerinin uygulanması suretiyle davanın bir yıllık zamanaşımı süresi geçtikten sonra açıldığı gerekçesiyle reddi de isabetsizdir.
Mahkemece yapılacak iş; taraflar arasındaki ilişkinin "inançlı işlem" olduğunun kabulüyle uyuşmazlığın buna göre çözümlenmesi; bu işlemler için zamanaşımı süresinin 10 yıl olduğu da gözetilerek işin esası hakkında yukarda açıklanan ilkeler çerçevesinde bir karar verilmesi olmalıdır.
Bu nedenle; yukarda açıklanan değişik gerekçelerle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarda açıklanan değişik gerekçe ile H.U.M.K.nun 429 uncu maddesi gereğince BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcının iadesine, 15.04.2011 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
OGS MEDYA Kurumsal Web Paketiyle Hazırlanmıştır